8 Aralık 2015

Yalnızlıkla Dans

O günlerde kendimi iyi hissetmek için inandırmaya çalışıyordum. Bazen bunu başardığım bazense beceremediğim oluyordu. Acemiydim. Acemi olmak yerine tecrübeli olsaydım burada olmazdık şimdi. Belki kümede kalma mücadelesi veren ve şampiyonluğa oynayan iki takımın maçında olurduk. Ya da cevabını herkesin bildiği fakat bir türlü bizim bulamadığımız bir bilmece de olabilirdi bu.

/Hayat zordu. Bu yer ve zamana göre kolay da olabiliyor. Böyle/

Yalnızlığım bana arkadaş oluyordu. Eğer hayat zorsa onunla iyi geçinmesini bilmek gerekiyor. Eğer bunu bilmezsen olaylar daha da boka sarar. Maazallah. Bir gün evde otururken müzik dinliyim dedim. Açtım enfes bir parça dans etmeye başladım. Çok eğleniyorum ama nasıl mutluyum o an. Hiçbir şey umrumda değildi. Sadece dans ve müzik. Bundan daha güzel bir yalnızlık olamaz. Kendimi çok tatlı hissettim. Aferin bana dedim. Helal sana. Onca zamandır başında bir sürü düşünce var. Bir oraya gidiyorsun bir buraya. Hayat sana daha neler çıkaracak kim bilir? Bu bilinmezde iyi bile dayandın. Güldüm. Gülmek en iyi hareketti. Eğer işler baktınız yola girmiyor gülün. Beyin olarak rahatlıyorsun az da olsa. Şarkı bitti. Yoruldum. Ama çok iyi geldi. Tavsiye ederim.

Bazen odamın duvarlarını kitaplık olarak hayal ediyorum. Sanki dünyadaki bütün kitaplar o odadaymış gibi ve sonsuza doğru giden raflar. Açıp bir tane okuyayım diyorum. Uyanıyorum mevzuya. Bozmuyorum.

Sonra bir gün bir yerden mesaj geliyor ve hayatın değişiyor. Sende eline bir çekirdek ve gazoz alıp hayatının nasıl değiştiğini seyrediyorsun. Geriye baktığında güzel anılar ve pek de güzel olmayan anılarda dahil vay be diyorsun. Vay be! O günlerde geçti. Bu günde geçiyor. Yarın da geçe…

Epigram Dergi Aralık sayısı 2015


24 Ağustos 2015

Gerçekten Ölen Adam

O gece evden bir hışımla çıktım. Nereye gittiğimi ve ne yapacağımı hiç bilmiyordum. Gece yarısı hava çivi gibi. Kafam bir duvar, çakıyordu kafama soğuk. Ara sokaklardan yürüdüm. Ana caddeye çıkmak istiyorum ama yolu bulamıyorum. Kafam da güzel. O günlerde her şey üst üste geldi. Ama bana fark etmez alıştım bu duruma. Bütün arabaların üzerime üzerime sürmesine alıştım.
  
Ana caddeye çıkmışım farkında değilim. Soğuktan yürüyemeyecek gibi oldum. Nasıl üşüyorum anlatamam şuan. Anlatırken bile bir ürperti geliyor. Olduğum yerde durdum. Gökyüzüne baktım. Hiç yıldız yok. O an gökyüzünde hiç yıldız olmamasına çok üzüldüm. Bir binanın dokuzuncu katında bir tabela gördüm. Adı da Gökyüzü Restaurant. İkna olamıyordum gökyüzünde hiç yıldız olmayışına. Oraya gitmeye karar verdim. Asansör bozuktu. Dokuz katı merdivenlerden çıktım. Tam doksan sekiz tane basamak saydım. İçeriye girdim. On beş masa varsa, dört tanesi doluydu. Pencere kenarı bir masaya oturdum. Garson geldi. ‘’Hoş geldiniz,’’ dedi.  Ayağa kalktım garsonu öptüm. Günler sonra birisi benimle konuştu. Çok sevindim. Birden canlılık geldi üzerime. ‘’Hoş bulduk,’’ dedim. Karnım açtı. Kaç gündür doğru dürüst yemek yemiyordum. Sadece içiyorum. Sıvı besleniyorum. Yiyecek bir şeyler söyledim garsona. İçmeye sonra devam ederim diye düşündüm sonra. Etrafa baktım. Son kattayız ve çatı yok. Cam bir tavan var. Gökyüzünü görebiliyorsun. Ben yıldızları görmek istiyorum. Çok mu şey istiyorum? Çok mu şey istedim bu zamana, şu ana kadar? Garson masaya yiyecek bir şeyler bıraktı. ‘’Başka misafirimiz var mı bu gece?’’ diye sordu. ‘’Yok,’’ dedim. ‘’Afiyet olsun,’’ dedi. Günlerden sonra bu yemek bana iyi gelmişti. Yemek yemeği özlemişim. O derece kendimi kötü hissettim bir ara. Sonra geçti.
  
On beş masadan geriye sadece iki masa kaldı. Birisi benim, diğeri ise bir kadın. Benim gibi yalnız oturuyor. Galiba sona kalanlar hep yalnızlar oluyor. Dona kalanlarda aynı zamanda. Garsonu çağırdım. Peçeteye bir not yazdım. ‘’Sen düşüncelerle yaşıyorsun, diğerleri gerçeklerle.’’ Garson peçeteyi kadına verdi. . Ayağa kalktı. Yanıma geldi. Sandalyeye oturdu. Kadın uykusu gelmiş gözleriyle gözlerini kısarak okudu. Bana baktı. Gözlerimi birden gökyüzüne çevirdim. Bana çok bakıyordu. Gözlerimi yavaşça ona doğrulttum.
‘’Merhaba.’’
‘’Ne istiyorsun benden?’’
‘’Yalnız oturuyordun, bende yalnızım. Beraber içelim mi?’’
‘’Yalnız olduğumu nereden çıkardın?’’
‘’Değil misin?’’
‘’Yarım saat önce kocamın beni aldattığını ona söyledim. O böyle bir şey olmadığını söyledi. Tuttuğum dedektif ile fotoğrafları önüne serdim. Nefesi tutuldu. Çantamda bir silahım var. Eğer bir daha karşıma çıkarsa onu vuracağımı da söyledim. Arkasına bile bakmadan gitti.’’
Garson içkileri getirdi. Kadın gözlerini kaçırmadan ısrarla bakışını sürdürdü. Günler sonra bir duyguyu hissettim. Korktum.
‘’Adın ne?’’ diye sordum kadına.
‘’Ne önemi var ki bunun,’’ dedi. Güzel isimmiş.
‘’Senin adın ne?’’
‘’Sanane.’’ Ne önemi var ki bunun dakikalardır süren yüz ifadesi yerini gülümsemeye bıraktı.
‘’Sen de yalnızsın demek,’’ dedi.
‘’Yalnızım evet, ama yarım saat önce karım onu aldattığımı bana söylemedi. Bunu dört yıl önce söyledi bana. Karım beni terk etti. Beynimden vurulmuşa döndüm. Ama ölmedim.’’
  

Ne önemi var ki bunun içkisinden bir yudum aldı. Kırmızı ruju kadehte iz bıraktı. Gülümsemesi yerini durgunluğa bıraktı. Onun o halini görünce günler sonra bende üzüldüm. Kadehten bir yudum da ben aldım.
‘’Buraya niye geldin?’’ diye sordu.
‘’Evden çıktım. Ana caddede yürüyorken gökyüzüne baktım. Hiç yıldız olmadığını gördüm. Ama inanmadım. Yıldızları görmek için buraya geldim.’’
Ne önemi var ki bunun cam tavana baktı. ‘’Gördüm,’’ dedi. ‘’ Bak orada işte, gördün mü?’’
Sandalyeye geriye doğru yaslandım. Ellerimi açtım. Tavana baktım. Tavana baktım. Gökyüzünde bu gece yıldız olduğunu biliyordum.
‘’Gördüm,’’ dedim. ‘’Nasıl gördün..’’ Gitmiş.
  
On beş masadan geriye sadece bir masa kaldı. Ve bu cümledeki sadece benim. Etrafa bakıyorken kadehteki ruj izine daldım. Daha sonra kadehin yanında duran silaha. Uzun uzun baktım ikisine. Otuz sekiz yaşıma geldim şu hayatta. İkinci defa bir kadının arkasından onun bana bıraktığı izlere bakıyorum. Ne önemi var ki bunun gittikten sonra ona daha soracağım soruların olduğunu düşündüm. Şişedeki son yudumu kafa üstü diktim. Yıldızla göz göze geldim. O an o yıldızın içime kaydığını hissettim. Dört yıldır ölmek istiyorum. Ölemiyorum. İnsan kendi dünyasını değiştiremiyorsa bu dünya, çokta güzel bir yer değilmiş gibi geliyor. Bunu yıllar önce oynadığım oyundaki bir replikti. Yıllarca tiyatro oynadım ama ölemedim. Bu oyun başka türlü oynanabilirdi.

Hikâyenin Sonu
18 Aralık Saat: 20.00
Yıldız Kültür Merkezi

Oyun devam ederken, son sahne için yerimden kalktım. Kulise gittim. Makyajımı yaptım. Hazırlıklarımı tamamladım. Final sahnesi gelmişti. Rolü oynayacak erkek çocuğa durumu anlattım. Çocuk bir süre diyecek bir söz bulamadı.
‘’Beni neden aldattın?’’
‘’Aldattım evet, seni hayatım boyunca çok sevdim ama yapamadım. Bana yıldızları vaat ettin. Onlar senin gökyüzünde hiç yokken hem de.’’
Oyuncu kız şaşkın ifadelerle baktı. Ne yapacağını bilemedi. Cebimden silahı çıkardım…

Nisyan Dergisi 9. sayı 2015


3 Temmuz 2015

İyileşen Adam

Havalara anlam veremediğim günler gelmişti. Ona uyum sağlamak için yazlık ve kışlık elbiselerin dolapta bir yığın halinde olduğu günlerden bahsediyorum. Gündüz yanıyor, akşamları üşüyordum. Dört yıl önce karım Sezen beni terk ettiğinde de havalara uyum sağlayamamıştım. Hava hep soğuktu. Mütemadiyen üşüyordum. Yazın ortasında aşkını ızdırabını çekmiştim. Şimdi ne yapıyor bilmiyorum. Onu geçen sene Konak Sineması’nda görmüştüm. Yanında bir kız çocuğu vardı. Evet tam tahmin ettiğin gibi, bizim kızımız olacaktı. Ama yanında adamın biri vardı. Sezen’in gözlerinin içine bakmadığını uzaktan anlayabiliyordum. Sezen’ in beni terk ettiği günü unutamadım. Ama yavaş yavaş unutuyorum galiba. Bazı detaylar kayboluyor. Dört yılda aklımda kalan detay, giderken arkasına bakıp öyle gitmişti. Giden insan düz gider. Arkasına bakmaz. Sezen bu yüzden hemen unutamadım. Bana açık bir kapı bırakmıştı. O bakışından her manayı çıkarabilirdim. Bunu istemişti ama ben bunu çok sonradan anladım. Acı çekmemi. Neyse ki şimdi iyiyim. Tek sorunum havalar. (İyi miyim bilmiyorum. Ruh halim bataklık sanırım. Çıkmak için çırpınıyorum. Tam çıkacakken yeniden batıyorum.)
  
İşten dönerken arkamdan birisi takip ediyor hissine kapıldım. Sonra anladım. Takip ediliyordum. Kirli sakallı, deri ceket giymiş, kısa boylu bir adam. Telaşe kapılmadım hemen. Beni takip eden ilk kiralık katil değil çünkü. Tabii bu konuda tecrübeli olduğum için katil olduğunu anlamıştım. Arkama tekrar baktım. O hüzün verici bakışı gördüm. Birazdan seni öldüreceğim, ama ekmek parası. Evde iki çocuğum var. İşsiz bir insanım. Ekmeğimi buradan kazanacak adam değilim ama kredi borcum da var. Beni anla bakışı. Önüme döndüm. Yola devam ettim. Ara sokağa girdim. Daha önceden böyle şeyler görmüş geçirmiş birini öldürmek kolay değildir. Saklandım kuytu bir yere. Ne yapacağını şaşırdı. Belli ki daha yeni.  Arkadan yanına yaklaştım. Cebimdeki dede yadigârı silahı doğrulttum. Bana döndü.
‘’Ne istiyorsun?’’ dedim.
‘’Abi valla ekmek parası. İşsizim. Evde iki çocuğum bekliyor. Köpeğin olayım gideyim. Ben bu işleri yapacak adam değilim. Beni zorladılar abi.’’
‘’Kim?’’
‘’Bilmiyorum abi, bokunu yiyim gidiyim.’’
‘’Ne için söyle?’’
‘’Abi bilmiyorum çok para verdiler. Bir şey söylemediler. Abi gideyim.’’
‘’Siktir git.’’
Eve döndüm. Pencerenin kenarında yolu izledim. Tavşanın havucunu verdim. Ev arkadaşım olur kendisi. Adı Haydar. Beni bu dünyada anlayan tek canlı. Yaklaşık iki saat önce kim vurdu kurşunuyla, ne idüğü belirsiz bir sebeple burada oturmuyor olabilirdim diye düşündüm. Üzerime canlılık geldi. (Kafam allak bullak oldu. Bu nasıl bir kare bulmaca böyle? Ben neredeyim? Kim benimle oynuyor?)
  
Ertesi gün işe gitmek için evden çıktım. Kahvaltı yapmıyorum. Bu prensip oldu benim için. Pazar günleri dâhil. İnsan alıştığı zaman, tekrar bu alışkanlığı değiştirmesi zaman alıyor. Zaman hep geçiyor demek istiyorum aslında. Masama oturdum. Bir mektup var. Üzerinde hiçbir adres ve yazı yok. Kenarından kopardım. Şöyle yazıyor.
‘’Bugün hayatının son günü. Gün daha yeni başladı. İşten istifa edebilirsin. Senin için iyi olacağını düşündüm. Gidip dolaşabilirsin. Ya da kaçabilirsin uzaklara. Ama unutma bugün son. Daha ilk cümleden bunu söylemiş olmam, ne kadar ciddi olduğumu gösteriyor. İnanmak istemezsen sen bilirsin. Senin yaşamın. Son günün…’’
Bir süre bu yazılarla bakıştım. Son kelimesi ne kadar acıklıymış. Son. İnsanın içine birden hüzün çöküyor. Pencerenin yanına gittim. Mektuptan uçak yaptım. Yedinci kattan aşağıya salladım. Bir mektup ancak böyle güzel sonlanabilirdi. Gülümsedim. (Acı gülümsedim.)
 


Masama oturdum tekrar. Raporları yazmam gerekecek. Projelerde gözden geçirilecek. Önümüzdeki hafta toplantı ayarlanacak. Ne çok işim var. Aklıma mektup geliyor. Kafamı sallayıp devam ediyorum. Olamaz böyle bir şey. Şaka olmalı. Sonra buna çok gülerim. Öğle arası oldu. Yemeğe gitmek için dışarı çıktım. Adımlarımı hızlı atmaya başladım. Biraz da terlemiştim. Neden böyle oluyor? Kafamı toplamam gerekecek. (Dört yıl sonra mı?)
 
Öğle arası bitti. Ofiste işlere devam ettim. Yemek iyi gelmişti. Kendimi işlere verdim. Mesai bitimine kadar aralıksız çalıştım. İş çıkışı evin yolunu tutum. Arkama dönüp bakıyordum sürekli. Baktığım sırada önümde bir gölge belirdi. Katil değildi. Katiller önden gelmezler.
‘’Sen kimsin?’’
‘’Sezen’ in kocasıyım.’’
‘’Ne istiyorsun?’’
‘’Ben bir şey istemiyorum, Sezen seni istiyor.’’
‘’Nasıl yani?’’
‘’Dün seni bizim eve getirmesi için şoförü gönderdim. Onu geri çevirmişsin. Küfür etmişsin. Bugün de sana bir zarf gönderdim. İş çıkışı bir yerlerde oturup son kez konuşmak için. Ben aradan çekiliyorum.’’
‘’Ne demek oluyor bütün bunlar?’’
‘’Diyorum ki Sezen seni bekliyor. Seni seviyor. Ben gidiyorum uzaklara. Ne haliniz varsa görün. Yarın saat yedide Gökyüzü Restaurantta. Unutma.’’
Eve döndüm.  Pencerenin kenarından yolu izledim. Tavşanın havucunu verdim. Sonra ne yapacağımı şaşırdım. Başımı ellerimin arasına aldım. Saatlerce oturdum. Yarını düşündüm. Ne yapacağım bilmiyorum. ( )
  
Tam yedide restaurant’a geldim. Sezen’ de geldi birkaç dakika sonra. Elini uzattı. Tokalaştık.
‘’Nasılsın?’’ diye sordu.
‘’İyi miyim bilmiyorum.’’
‘’Yıllar sonra böyle bir şey olması.. Seni özledim.’’
‘’Kafam allak bullak oldu. Bu nasıl bir kare bulmaca böyle?’’
‘’Biliyorum ama seni unutamadım.’’
‘’Acı gülümsedim.’’
‘’Sana kızımızdan hiç söz etmedim. Çok üzgünüm. Ona babalık yapar mısın?’’
‘’Dört yıl sonra mı?’’
‘’Geçen zamanı unutmak zor. Yaşananları bir tafara atmak daha da zor. Ama ikimiz birlikte olursak her şeyin üstesinden gelebiliriz.’’
‘’Dört yıl önce giderken niçin arkana dönüp gittin?’’
‘’Bugün içindi. O zamanlar hamileydim. Ama sen bilmiyordun. Kızımız baktı o gün sana. Şimdi sen de ona bak bugün.’’
Dört yıldır yaşayan bir ölü gibiydim. Bugün tekrar doğuyorum Sezen. Seninle ve kızımızla.  O kadar çok özledim ki seni. O gün bizim kızımız olabilmesini ümit etmiştim.
‘’Hangi gün?’’
‘’Boş ver, haydi eve gidelim.’’
Eve dönerken kızımızı aldık. Kokusunu çektim içime bahar oluverdi içim. İçeriye girdik. Koltuğa uzandık boylu boyunca. O sırada gözüm masanın altında duran havuç yığınına çevrildi. Önce bunlar ne diye anlam veremedim. Biraz düşündüm ama bulamadım. Dört yıl sonra ilk defa gülümsedim.

Epigram Dergi Temmuz Sayısı 2015




15 Mayıs 2015

Yüzünü Arayan Adam

Dün gece yatağa gidip uzandım. Nasıl yorulmuşum ama. Öyle böyle değil. Taş taşımış gibi hissediyorum kendimi. Bir ara sırtım kaşındı. O tatlı kaşımayı yaptım. Gelelim planlara. Kafamda kurduğum olayları tavana dökme zamanı. Evlerin tavanı insanlar için başımızı sokacak yerin karşılığı olabilir. Ama benim içimin yansımış halidir. Ara ara dökerim içimi. Burada kafamda kurduklarımı tavanda yaşıyorum. Sıraya koyuyorum hepsini. Gereksiz olanları listeden atıyorum hemen. Önemli olanların altını gözlerimle çiziyorum. Bugünlük yeter bile diyemeden uyuyakalmışım. Sabah uyandığımda aynada yüzümü yıkarken fark ettim ki ben yokum. Gözlerimi ovuşturdum. Tekrar baktım. Aynada kendimi göremiyorum. İçeri gittim hemen, vitrindeki cama baktım yine yokum. Korktum. Hemen kolumu ısırdım. Rüya değil. Beş saniye gözüm kapalı öylece durdum. Açtım ve tekrar baktım. Böyle bir şey nasıl mümkün olabilir? Ya da mümkün mü? Niye soruyorsam sana bunları. Mümkün işte. Gerçek bu, aşırı acıklı bir gerçek. Kendimi bulamıyorum. Yok gibi hissediyorum kendimi. Apar topar giyindim. Doktora gittim. Merhaba doktor bey, ben dün gece yatakta uzanıyordum. Uyuyakalmışım. Sabah kalktım, banyoya yüzümü yıkamaya gittim ve ayna da kendimi göremedim. Çok korktum hemen vitrinin camına baktım. Hiçbir yerde yokum. Niçin öyle bakıyorsunuz? ‘’Dün akşam ne yemek yedin.’’ diye sordu. Kuru üstü pilav yanında da cacık vardı ama cacık fazla tuzluydu. O kadar dedim çok tuz iyi değil diye. Yemeklerin zaten kendi tuzları var. Günlük almamız gereken tuz miktarı zaten dört gram. ‘’Stresten olmuştur. Zaten hayat çok stresli, doğal olarak bundan nasibinizi almışsınız. Rahat olun ve biraz hava alın geçer.’’ dedi.
Kafayı mı yedim acaba diye düşündüm bir an. Kendime bakamıyorum bile. Ne acayip bir duygu. Hani gözlerime bakabilsem bütün bu olanlar nasıl oldu? Gözümün içine bakıp anlayabilsem ama olmuyor. Doktorun verdiği ilaçları almak için eczaneye uğradım. Eczanedeki ilaç dolabının camı karşımda. Ben rüyadayım galiba. Bütün bunlar bir rüya ve ben bu rüyayı asla unutmayacağım. Evet, arkadaşlara anlatırken buna çok güleceğiz.
‘’Pardon bir şey sorabilir miyim size?
‘’Buyrun.’’
’’Daha önce hiç aynada kendinizi görmediğiniz oldu mu ya da duydunuz mu böyle bir şey?’’
 Kadın şaşırtıcı ifadelerle baktı bir müddet. ‘’İlaçlarınız hazır, otuz lira.’’ İlaçları alıp evin yolunu tuttum. Yolda giderken dükkanların camlarına bakmamaya özen gösterdim. Kötü oluyorum. Edip’ e mesaj attım. ‘’Hemen bana gel, konuşmamız lazım kardeşim. ‘’Hemen cevap geldi. ‘’Yarım saate ordayım.’’ Edip benim çocukluk arkadaşım. Aynı mahallede oturuyorduk. Aynı okula gidip aynı kıza aşık oluyorduk.  Bir süre sonra fark ettik ki her şeyi aynı yapıyoruz. Bir gün karşılıklı oturup bu konuyu uzun uzun konuştuğumuz bile oldu. Sonuç olarak ben hala okuyorum, o ise çalışıyor. En nihayetinde yine ikimizde aynı şeyleri yapıyoruz. Yaşamaya çalışıyoruz.
Edip’ i beklerken zaman geçmek bilmiyordu. Kendimi arabesk bir şarkını içinde bulmuş gibi hissediyordum. Ne zaman bitecek bu şarkı? Kapı çalıyordu. Bu şarkının son vuruşuydu.
‘’Merhaba kardeşim hayırdır, ne oldu? Merak ettim gelesiye kadar.  Bu aynaların ne işi var oğlum odanın içinde? Ne yapıyorsun bunları?’’
‘’Edip ben aynada kendimi görmüyorum. Hiçbir yerde görmüyorum kendimi. Kafayı yedim galiba seni çağırdım.’‘
’’Şaka mı yapıyorsun oğlum?’’
‘’Ne şakasını kendimi göremiyorum diyorum sana, sen ne diyorsun bana.’’
‘’Sakin ol kardeşim, su getireyim mi? Rahatlatır. Doktor’ a gittin mi?’’
‘’Gittim, strestendir diyor. İlaç verdi birkaç tane. Ama başka bir şey var Edip. Bunu bulmam lazım.’’
 ‘’Akşam dışarıya çıkalım, sana da iyi gelir hem, ne dersin.’’
‘’Tamam.’’ dedim.
Edip yolda gelesiye kadar durmadan işinden bahsetti. Sürekli yaptığı şeyleri anlatıyor. Durmuyor sürekli konuşuyor. İçinde biriktirmiş tüm başarılarını, dışa vurmak istiyor. Övülmek mi istiyor anlayamadım. Edip’ in de beni anladığından emin değilim. Söylediklerime ikna olmuş değil. Bir şey var gözden kaçırdığım, bir eksiklik var bu yüzden göremiyorum kendimi. Ama ne olduğunu da bilmiyorum. Kendimi cevabı zor bulunan bir bilmecenin içine düşmüş hissediyorum. İçimden ‘’Edip sür şu arabayı uçuruma. Ne olacaksa olsun.’’ diyorum.
Edip’ e sahilde bir yerlere oturalım dedim. Deniz havası iyi gelir derler hep. Edip tamam deyip kaldığı yerden devam etti anlatmaya. Deniz kenarı bir bara gittik. İçecek bir şeyler söyledik. Edip gözümün içine durmadan bakıyordu.
‘’Bir şey mi söyleyeceksin Edip?’’
‘’Hayır.’’
‘’Niye öyle bakıyorsun o zaman?’’
‘’Senin okulda bir kız vardı, bahsetmiştin bir ara.’’
‘’Eee.’’
‘’Ne oldu ona?’’
‘’Bir şey mi olması gerekiyor.’’
‘’Onu seviyorsun değil mi?’’
‘’Ne alakası var şimdi?’’
‘’Çok alakası var. Onunla konuş.’’
‘’Saçma sapan konuşma Edip.’’
‘’Niye konuşmuyorsun onunla, belki aradığın cevap ondadır.’’
‘’ O değil de sen gelmeden önce aynanın tarihçesini araştırdım. Beş bin yıl önce bir yanardağın patlamasıyla çıkan lavların cilalanmasıyla bulunmuş. Daha sonra bu Venediklilerde gümüşleyerek geliştirmişler.’’
‘’Çok önemli bir icat.’’
‘’Hee çok önemli, benim için değil artık. Keşke aynayı bulmasalarmış. İnsanlar ayna karşısında kılıktan kılığa bürünmektense, kendileri gibi kalsalarmış. Belki o zaman hayat daha farklı olabilirdi Edip.’’
‘’Peki bir insan başkasıyla konuşacak yüz bulamıyor kendine. Korkuyor belli ki ya da çekiniyor işte. İçinden bir deli cesareti gelse, hayatını her an değiştirebilir insan. Bulamıyorsa bu cesareti  gidip aynada konuşacak. İçini dökecek.’’
‘’Ben onu da yapamıyorum artık edip.’’
Edip bir süre sustu. Derin nefesler almaya başladı. Eyvah dedim yine başlayacak şimdi iş konuşmaya. Bu çocuk böyle değildi. Ne olmuş buna böyle diye düşünüyorken..
‘’Ne düşünüyorsun?’’ diye sordu.
‘’Hiç.’’
‘’Sana mutfaktan su getirirken, yerde bir fotoğraf buldum.’’
‘’Ne fotoğrafı?’’
‘’Arkasında Vosvos Sokak No:10 yazıyordu. Bu o kız değil mi?’’
Duymamazlığa geldim. Bardaktaki son yudumu da  aldım. Edip ısrarcı bakıyordu.
‘’Evet o kız Edip, mutlu musun Edip, oldu mu Edip..’’
‘’Onu seviyorsun ve onunla konuşacak yüzün yok değil mi? Kaç gündür bunun için kendini paralıyorsundur eminim. Ve bunu ben şimdi öğreniyorum. Neden?’’
‘’Ne neden? Nedeni yok. Böyle olması gerekti. Ve böyle oldu.’’
‘’Kendine gel oğlum, bir erkek seviyorsa bir kızı bunu ona gidip direk söyler. Öyle aynalarda falan kandırmaz kendini. Çocuk musun sen?’’
‘’Denedim kardeşim, olmadı.’’
‘’Tekrar dene o zaman.’’
‘’Yapamam.’’
‘’Neden?’’
‘’Çünkü bir yüzüm yok artık. Baksana aynal…’’
‘’Şaaakk!’’
‘’Şimdi yüzün var artık. Elim ağırdır kardeşim kusura bakma.’’
Yolda hiç konuşmadık. Edip bir ara bir şeyler söyleyecek gibi oldu ama konuşmadı. ‘’Eyvallah.’’ dedim arabadan inerken. Bu ‘’Sana teşekkür ederim Edip, bu iyiliğini asla unutmayacağım kardeşim.’’ demekti.
Aylin’ i aradım.
‘’Efendim.’’
‘’Merhaba Aylin. Gecenin bu saatinde arıyorum seni ama önemli bir konu var.’’
‘’Seni dinliyorum.’’
‘’Aşağıdayım Aylin, gelir misin?’’
‘’Ne yapıyorsun bu saatte burada?’’
Aylin şaşkın ifadelerle bana doğru yürüyordu. O an dünyadaki bütün aynaların kırıldığını hissettim.
‘’Seni seviyorum Aylin. Hastayım sana. Günlerdir seninle konuşmak istiyorum ama beceremedim. İçimde hep bir korku ve heyecan vardı. Bu iki duygu aynı anda ağır geldi bana. Aynada kendimle konuşa konuşa bir sabah bir baktım ki, kendimi göremez oldum. Sen benim tavanımda hep ilk sıradasın.’’
‘’Ne tavanı?’’
‘’Gökyüzüm olur musun? Nereye gitsem hep sen ol istiyorum.’’
Aylin bana sarıldı ve tüm bu olanların üstüne en iyi ilaç onun sarılmasındaki sıcaklıktı. Daha önce hiç bu kadar mutlu olduğumu hatırlamıyorum.

Ahval Fanzin 8. sayı 2015

27 Nisan 2015

Korkma Ben Yanındayım

Geçen ders biricik sıra arkadaşım, sınıfımızın en güzel kızı Seda ‘’Hangisi daha çok acıtıyor? Unutmak mı? Unutmuş gibi yapmak mı?’’ diye sordu. Derste söylediği sözü akşam evde düşündüm. Ne demek istediğini anlamam için bin kitap okumam gerektiği sonucuna vardım. Seda’yı anlatacak olursam tabiat güzeli bir kız. Yeşil gözleri var. İnce parmakları ve ucunda kutu biçiminde bir kolyesi var. Saçlarına güneş vurduğu zaman gözümde bambaşka dünyalarda oluyor. Ertesi gün
okuma dersinde sordum ona. ‘’Dün dediğin sözü çok düşündüm. Ne demek istedin anlamadım.’’
 Bana çevirdi yüzünü.
‘’Kafaya takmamanın ve rahat olmanın bir yolu var mı? Mutlu olmak hep kötü olmaktan mı geçiyor? İyiler dürüst insanlar hep üzülmek, kafaya takmak zorunda mı?’’ dedi. Sürekli atağa çıkıp, eli boş dönen kümede kalma mücadelesi veren takım gibi hissettim kendimi.
‘’Sana kitap okumamı ister misin?’’
‘’Elbette.’’
Çantamdan Küçük Kara Balığı çıkardım ve okumaya başladım. Başını kollarının üstüne yatırdı. Can kulağıyla dinledi. Gözleriyle dudaklarımı izledi. Hissediyordum. Ah o bizi ayıran teneffüs zili. Birden ürperti Seda. Kulağına eğildim ‘’Korkma ben yanındayım,’’ dedim.
   
Seda çok kitap okuyor. Okuduğu kitapları hayal edince, hayal gücüm fırlıyor yerinden. Çok konuşmaz,  yeri geldiğinde konuşur. Herkes onu sessiz bir kız bilir ama içinde bir fırtına kopuyor. Bunu ben görüyorum. Bilebiliyorum. Onu seviyorum çünkü. Okul çıkışı beraber gidiyoruz eve. Aynı sokakta evlerimiz. Seda’nın okulda çok arkadaşı olduğu da söylenemez. Kızlarla arası yok gibi. Sınıfta benimle konuşuyor sadece. Bu beni mutlu ediyor ama bir yandan üzüyor. Dünyalar güzeli bir kızın, niçin dünya ile arası bu kadar kopuk olabilir? Yağmur başladı bunu düşündüğüm sırada. Elimde şemsiye vardı. Annem zorla aldırıyor okula giderken. Seda şemsiyeyi açacağımı gördüğü sırada eliyle tuttu beni. O an her yer nasılda güneşli oluverdi anlatamam.
‘’Güneş açar elbet. Kururuz nasıl olsa. Islak olmak da güzel. Gözyaşlarımız belli olmaz değil mi yağmurda?’’ dedi.
Ne diyeceğimi bilemedim önce. Gülümsedi. Ellerini açtı birden, bende açtım. Eve kadar böyle gittik.
Eve geldiğimde her yerim sırılsıklam olmuştu. Annem bir ton azarladı. Ama aklımda Seda’nın gülümsemesi kaldı.
   
Hafta sonu kitapçıya gittim. ‘’Bana öyle kitaplar ver ki, onları tekrar tekrar okumak isteyeyim,’’ dedim. Kumbaramda biriktirdiğim paralarım vardı. Hepsiyle kitap aldım. Seda’ya güzel bir söz söyleyebilmek için. Tezer Özlü’ nün Yaşamın Ucuna Yolculuk kitabıyla başladım okumaya. Pazartesi günü sabah elimde kitapla girdim sınıfa. Sıramın altına koydum. Okuma dersinde Seda’ da gördü kitabı. Gülümsedi.
‘’Yeni kitaba mı başladın?’’
‘’Evet, okumuş muydun bu kitabı?’’
‘’Okumadım. Sen oku, sonra bana verirsin.’’
‘’Anlaştık.’’
  
Seda bir süre önündeki kâğıda gemiler çizdi. Gizlice onu izliyordum. Kitabını okumuyordu bugün, seri gemi çizimine geçti. Rahatsız etmedim. Zil çaldı.
‘’Çıkışta sahile gidelim mi?’’ diye sordum.
‘’Neden olmasın,’’ dedi gülümseyerek.
Sahilde yürüyorduk. Hava bulutluydu. Banka oturduk. Seda geçen gemilere bakıyordu.
‘’Çok mu üzdüler seni?’’ dedim. Gözleri birden gözlerime değdi. Sanki birisinin bu soruyu ona sormasını bekliyormuş gibi, yıllar önce kaybettiği anahtarlığı arar gibi baktı.
‘’Üzgün mü gözüküyorum?’’ dedi.
‘’Evet, seni izliyorum sıra arkadaşın olarak, en yakınındaki kişi olarak ve bana öyle geliyor.’’
Bir müddet sustuk. Bir ara bir şeyler söyleyecek gibi olup, susuyordu. Gemi’nin sesiyle irkildi.
‘’Korkma ben yanındayım,’’ dedim. Bakışları hızlı hızlı büyüyordu. Gözlerinin arkasında bir gözyaşı denizi vardı. Çizdiği gemileri orada yüzdürüyordu.
‘’Hayatımda ilk tanıdığım adam, ilk tanıdığım kötü adamdı. Sonra hiç iyi adam tanımadım,’’ dedi. Söyleyecek çok şeyim olduğunu fakat bunları dile getiremeyeceğimi fark ettim. Yağmur başladı.
‘’Yağmur yağıyor sokaklar boş. Bir ben mi kaldım bu denli yalnız ve ıslak?’’ dedi.
Seda’ ya sarıldım sonra.
‘’Boş bir caddede yürüme olanağı bile yok. Her köşe, her cadde öyle dolu, öyle dolu ve bu doluluk oranında öyle boş, öyle boş ve öyle boş ki…’’dedim.
Kitapta okuduğum bu söz geldi o an aklıma. Seda gözlerimin içine ilk defa bu kadar derin baktı. Bir ses çıksa o an, o derinde nasıl yankılanırdı diye düşündüm.
‘’Bazen daha iyi yükselebilmek için alçalmak gerekir. Seninle daha yükseğe çıkmak için yerin dibine girerim,’’ dedim. Seda güldü. Gülümseyişinde öyle bir hüzün var ki, anlatmıyordu. İçinde paslanmış, güneş yüzü görmeyen yerler aydınlansın istiyorum.
‘’İyice dibe vurmalı ki, yüzeye çıkabilelim,’’ dedim.  Seda derin bir nefes aldı.
‘’Babam benim başımı hiç okşamadı. Onu aradığım zamanlarda hiç evde yoktu. Hep işi vardı. Sonra bir gün eve gelmedi. O günden sonra onu hiç görmedim. Hayatta en zor olan, kolayı tercih etmek galiba,’’ dedi.
Dinamitle patlatılan yüksek bir binanın on saniyede yerle bir olması gibi kendime gelemedim önce. Acı yutkundum o anda. Çukurda oluşan su birikintilerine baktım bir müddet. Sonra ona döndüm.
 ‘’Tanıdığın ilk iyi adam ben olayım istiyorum,’’ dedim.
‘’Okul başında anlattığın bir masal vardı. Kral gidiyor tüm ülkeyi fethediyor. Kraliçenin kalbinde yaşıyordu. Tüm coğrafya da, büyük büyük yerleri avucuna alıyor kral ama kraliçenin avuç içinden öpüyordu.’’
‘’Nereden hatırlıyorsun?’’
‘’Ben o kralı tanıyorum. Onun tüm ülkesi orası zaten mutluluğu, sevinci..’’
    
Eve dönerken soğuk bastırdı birden. Eldivenlerini uzattı. ‘’Üşüme,’’ dedi. İçim ısındı o an. Sıcaklığı ve kokusu o kadar iyi geldi ki, hava eksi yirmi derece olsa üşümezdim. O günden sonra o eldivenleri hiç çıkarmadım ellerimden.




17 Mart 2015

Merrababa

”Çocukluğun kendini saf bir biçimde akışa bırakması ne güzeldi. Yiten bu işte.’’ Nilgün Marmara

Çocukluğumun geçtiği evin karşısında bir kulübe vardı. Orada saklambaç oynuyorduk. Şimdi oralar apartman olmuş. Saklanacak hiç bir yer yok. Toprak yollardan giderdik parka. Hep kırıktı salıncak. Her gidişimde o salıncağı gördüğüm de üzülürdüm. Topu evin bahçesine kaçan, yüzünü asmış bir çocuk gibi. Şimdi oralarda jimnastik park olmuş. Her yerde spor aletleri var. Mahalle olimpiyatlara hazırlanıyor. Toprak yollar zamanın savurduğu tozlarla kaplanmış.
    
Mahallede yaşlı bir amca vardı. Adını bilen yoktu. Hatta mahallede yaşadığını bilen bile yoktu. Nereden gelirdi, nereye giderdi kimse bilmezdi. Gündüzleri sokaklarda gezer, gördüğü çocuklara Merrababa derdi. Yalnız sonundaki baba' yı ba ba ba ba diye uzatarak söylerdi. Çok korkardım ondan. Bizim sokağa her gelişinde içimi korku kaplardı. Rüyalarıma girerdi. Çocukluk kâbusum.
    
Bir gün mahallede top oynarken gördüm uzaktan. Atağa çıkmıştık o anda. Kaleciden top süzülerek geldi.  Gözüm rakip defansta ve Merrababa' da. Endişelendim. Topu bırakıp kaçmak istedim o an. Bana baktı. Topu ona bakayım derken kaptırdım. Kontrataktan gol yiyecektik. 

Hayatta en kötü şey emin olduğun yolda giderken, defansta adam bırakmazsan yediğin o hüzün verici gol gibidir. 

On yaşıma kadar hızlı koşmadığım kadar koştum. Hem Merrababa' dan dan dolayı, hem de gol yememek için. Golü yemedik ama Merrababa yaklaştı. Yaşça büyük çocuklar korkmuyorlardı. Hatta yanlarına sokulup onunla tokalaşıyorlardı. Ben Merrababa’ dan korkmamak için daha ne kadar büyümeliyim? Ondan korkmamak için ne zamana kadar tabağın dibinde kalan pirinçlerin hepsini yiyeceğim? Diğer çocuklar koşturmaya başladı. Ben kalakaldım. Yaklaştı ve her zaman yaptığı gibi elini alıp sallaya sallaya Merraba ba ba ba… Sesi de bir o kadar korkunç. Gözlerimi kapadım. Elimi bıraktı ve sonra gitti. Hemen eve gittim. Anneannemin çeyizinden kalma iki tonluk yorganın altına girdim.
    
Bana anlatılanla yaşadıklarım aynı değildi. Anlatılana göre Merrababa' nın cebinde bir bıçak varmış. O bıçakla uslu durmayan çocukları bıçaklarmış. Benimde çok uslu olduğum söylenemezdi o zamanlar. Tırsmamın tek dayanağı. Merrababa' nın cebinde bıçak yoktu. Merrababa' nın cebinde hiçbir şey yoktu. Onun hiçbir şeyi yoktu. Geceleri sokakta yatıyormuş. Hiç çocuğu olmamış. Sokaktan geçen çocuklarla hep merhabalaşarak avuturmuş kendini. Bunları ben on yıl sonra öğreniyorum. Tabağımda bu yaşımda hala pirinç tanesi bırakmıyorum. Şimdi sokaklarda Merrababa' yı arıyorum. Yok. Hiçbir yerde yok.

Öteki Dergi 13. sayı 2015

10 Şubat 2015

Hoş Kal

Denemediği yol kalmayan bir insanın varacağı yer, en fazla ne kadar uzaklıkta olabilir? Bu sorunun cevabını arıyordu günlerdir Nihat. Bir gün eve dönerken güneşin battığı anda aklına geldi bu soru. Bu sefer sokağın ortasında çıktı ağzından. Ben ilk başta duymamazlığa geldim. Çünkü bu konu ne zaman açılsa kapanmıyordu. Kapanması için uyumamız gerekiyordu. Güneş usulca kaybolurken, Nihat’ın içinde yeniden düşünceler doğduğunu anlamıştım. Eve gittik. Marketten aldığımız biber, domates ve soğan’ ı çıkardı. Bu onun için Metin, Ali ve Feyyaz demekti. Koyu Beşiktaş taraftarıydı Nihat. Babası da öyleydi. Beşiktaş’ ın yendiği hafta onun için güzel geçiyordu. Yenildiği maçlarda üzülüyordu. İki gün kendine gelemiyordu, ama toparlıyordu sonra. Önümüzdeki maçlara bakacağız diyerek bugüne kadar geldi Nihat. Şimdi geldiği noktada geçmişe bir soru soruyor. Önümüzde maç kaldı mı?
Nihat üç yıl önce Sevince âşıktı. Mahallemizin güzel kızı Sevinç Akça. Seviyordu onu, sevmişti. Sevinç ona bir gün ’’Uzaklara gidiyorum, senin beni bulamayacağın uzaklara. Orada da seni seviyor olacağım. Beni anla,’’ dedi.  Nihat onu hiçbir zaman anlamadı. Anlamak için çalışmadı bile. ‘’Niye gidiyorsun?’’ diye bile soramadan gitti. Sadece gitti. Bu aşırı acıklı son Nihat’ı zor günlerle buluşturdu. Zor günler, yaşayan biliyor şu hayatta acıyı. Acı çekmesini öğrendiğinde Nihat, sevgiyi de öğrenmişti. O gittikten sonra arkasında hiçbir iz yoktu. Mahalleden taşındılar. Nereye gittiklerini bilen yok. Babası işi bırakmış. İki ay sonra öğrendik ki, babası kötü adammış. Çok kötülük yapmış. Ve kötü bir sonla bitti bu hikâye. Üzüldüğü gecelerde hep onu yanında aradı. O gecelerde ben de vardım. Nihat’ ın biricik dostu Hakan Kaman. Uykuya dalmadan önce bu cümlede değişiklik olmaz, şöyle der. ‘’Ah sevinç, niçin yanımda değilsin? Gözlerin’ den niçin öpemiyorum? Niçin Sevinçsizim?’’ Günleri geçti, sonra aylar geçti, sonra yıllar. Bu sıralama hiç değişmedi. Ama Sevincin gidişi daha dün gibiydi Nihat için. Kokusu daha şimdi buradaymış gibi. Parmağına sürdüğü oje daha kurumamıştı üstelik. Geçen Cuma günü okul çıkışı Nihat’la deniz kenarına gittik. Her zaman sorardı bu soruyu  ’’Deniz olan bir şehirde yaşadığımız için çok şanslıyız.’’ Bende bu soruyu her sorduğunda ‘’Sana katılıyorum dostum,’’ derim. Bu soru ve cevap da hiç değişmez. Nihat kulaklığını taktı. Psikolojisi yerinde olmayan insanlar günlerce sanki şarkıyı ilk kez dinliyormuş gibi defalarca dinlerler. Yani yedi milyar insan böyle mi yapıyor gerçekten diye hayal gücüm birden yerinden fırladı. Nihat kulaklığını taktı ama şarkı açmadı. Bana döndü. ‘’Kafamı dinlemek istiyorum dostum şuan. Sadece kafamı dinlemek.’’
Nihat bir süre kafasını dinledikten sonra kulaklığı çıkardı ve bana döndü.
‘’Sevinç’ le bir gün parkta otururken ona bir soru sormuştum,’’ dedi. ‘’Ne sormuştun dostum?’’ dedim.
‘’Hangi süper güce sahip olmak isterdin Sevinç,’’ dedim.
‘’Olmasın süper gücüm. Mutlu olayım yeter. İnsan sevdiği tarafından sevildiğini hissedince en büyük güce sahip oluyor zaten,’’ dedi o da. Bir müddet sessizlik oldu.
‘’Hakan,’’ dedi. ‘’Biz bu adaletsizlik furyasından nasibimizi aldık.’’
‘’Üzülme dostum,’’ dedim. ‘’Herkes mutlu olacak diye bir kural yok. Simit alıp şu aç martıları doyuralım. Bari onlar nasiplensinler.’’
‘’İnsanlar bakkaldan ekmek alır gibi yaşıyor hayatlarını. Biz fırında pişiriyoruz hayallerimizi.’’
Diyecek bir şey bulamadım şimdi. Sonra devam etti cümlesine.
‘’Ama bizimkisi daha lezzetli ve kıtır olacak.’’
‘’Elbette dostum.’’
‘’Söyleyecek o kadar çok şeyim var gibi ama diyecek bir şeyim yok gibiyim.’’
‘’Biraz yürüyelim Nihat. Kafamız dağılır.’’
‘’Tamam.’’
Caddeye, cümbüşün ortasında kaldık. Kendini bırakmak istedi kalabalığa. Kaybolmak, insanlardan bir dalga gelse de, alıp götürse uzaklara diye bekledi. Ama o dalga bir türlü gelmiyordu Nihat’a. Çünkü yanında ben varım. Onun biricik dostu Hakan Kaman. Eve dönerken otogarın önünden geçtik. Birden gözümüze iki çift takıldı. Sımsıkı sarılıyorlardı birbirlerine, otobüs kalkmıyor olsaydı eğer. Bazı anlar vardır ki, gitme saati geldiğinde içinde bir bomba patlıyor, ağlıyorsun. Bu otobüs kalktıktan sonraki zamana denk geliyor. Zaman geliyor ve ayırıyor seni. Kız, sevgilisini uğurlamak için gelmiş otogara. Belli ki evden uğurlamak istememiş. Sevdiği gözlerinden belli. Elini sımsıkı tutuyor, bırakmıyor. Ama iki dakika sonra biliyor ki, gidecek. Gitmese diyor kalsa, zaman umrunda değil. Sevgilisi otobüse biniyor ve kız o hüzün verici bakışı yapıyor. Sonrası özlem, özlem, özlem. Özlem hep var. Sevgi zaten daha önceden de vardı. Peki ya umut?
Eve döndük.
‘’Hakan bana temiz bir kâğıt ver dostum,’’ dedi.
‘’Ne yapacaksın kâğıdı şimdi?’’
‘’Şiir yazacağım.’’
Nihat ne zamandır şiir yazmıyordu. Ve düşündü. Düşündü. Düşündü. Nihat uzun bir süre düşündü. Boş kâğıda bir nokta bile koymadı. ‘’Otogardaki çift,’’ dedi. Zamanın ne kadar da güç geçtiği dakikalardı,’’ dedi. ‘’Evet dostum,’’ dedim. ‘’Ah sevinç, sevincim,’’ dedi. Onu unutmuştu Nihat. Muş gibi yapmıştı. Sevincin giderken gözlerinin içine bakarak, kalbinden vurulduğu o konuşma sırasında, eline bıraktığı notu uzattı bana.
‘’Seni düşündüğüm her an, aklımdasın, kalbimdesin, her gözeneğimdesin. Hoş kal…’’
‘’Hoş kalamadım,’’ yazdı boş kâğıda Nihat. O sırada güneş batmak üzereydi.

Jargon Dergi 10. sayı 2015